Kedici Kadın - Yarım Yağlı Süt Paketi


Bir kilo patates ve iki kilo da soğan almak için markete gittim. Patates ve soğan marketin dışında. İçeride koku olmasın diye böyle bir önlem almışlar. Sıkıntı şu ki poşet koymamışlar. Kafamı marketten içeri uzattım. Manav bölümünün bitiminde asılı poşetleri gördüm. İçeri girersem kapı otomatik kapanacak ve birinin girmesini bekleyeceğim. Ya da belki kapı kapanmadan yetişirim. Hazırlan, bir iki koş! Poşeti aldım kapı kapanmak üzere. Kapandı. Şimdi kafamda iki senaryo var. Ya çıkış kapısına kadar gider oradan çıkar soğanla patatesi alır tekrar içeri girerim ya da markete birinin girmesini beklerim. İkisini de yapmadan bekledim. Mr Nobody’i oyandım olduğum yerde. Bir seçim yapmazsam belki de bir çok olasılığı yok edeceğim. “Amma da seçim ha” diye söylendim kendi kendime. Öyle bir seçim ki olmak ya da olmamak.

Kararlıydım elimde poşet bekliyordum. Kendim bile vazgeçiremez bu yoldan. Etrafa da göz gezdiriyorum. Süt şişelerine takılıyorum. Dört farklı marka var birinde de yarım yağlı yazıyor. Paket rengi de farklı diğerleriyle. Ne yalan söyleyeyim paket rengi hoşuma gittiği için yarım yağlıdan alıyorum. Bir kere sırf meraktan buradaki sütlerin hepsinden birer tane aldım. Hepsinin tadı aynıydı. (Dikkatli kokladığımda inek kokusunu da duyabiliyordum.) Normalde bizim eve marketten süt girmez. Yoğurt da girmez. Ayran, tereyağı, zeytinyağı bunları marketten almayız. Hepsi köyden bir kasayla gönderilir. O kadar saçma geliyor ki bütün bu çabalamalar. Akrabalarıma ya da aileme baktığımda tek dertlerinin yemek olduğunu düşünüyorum. Sağlıklı yaşam, organik hayat adına her ne derseniz deyin bununla bir problemim yok. Sadece her hafta binlerce kilometre öteden gönderilen kasayı almak için sabahın yedisinde yola koyuluyorlar. Ananemle bir gün geçirseniz gününüz muhtemelen şöyle geçecek; sabah kahvaltı için hazırlık. Ekmek al, çöp dök çöp... Kahvaltıdan sonra ananemin ağzından çıkan ilk söz öğlen ne yiyelim. Öğlen yemeğinin ardından akşam yemeği için düşünmeler ve hazırlıklar. Arada bir televizyonda sabah kuşağını izlemekten mahrum kalmamak için yere bir sofra serer ve akşam yemeğine salonda, televizyon başında hazırlamaya devam eder. Mutfaktaki bütün eşyaları tek tek salona ister. Onlarla konuşacak ortak bir payda bulamıyorum. Aklımda geçirdiklerim deli saçmalıklarından ibaret. Ben aslında kendimin çobanı mıyım? Zamanımı iyi yöne güdersem ruhum huzur bulur mu? Bunları nasıl anlatabilirim? Hangi kelimelerle? Çok garip değil mi insanlık konuşmaya başladığından beri kelimeler türetiyoruz ama hâlâ kendimizi ifade edecek yeterince kelimemiz yok. Hem ananem Nietzsche’yi hiç duymamıştır aynı benim kömeci duymadığım gibi. Freud’dan hiç bahsetmemişlerdir. Sade bir hayat. Yaz ayından kışlık yemekler hazırlanır muhafaza edilir. Kışın yazlık yemekler. Sürekli bir koşuşturmaca ortadaysa yemek. Yemeğe belki de sırf bu nedenle ölmeyecek kadar yesem yeter diye bakıyorum. Kendimi bu ortamdan üstün görmediğim gibi ananemin dizinin dibine girip aynı duyguları paylaşamadığım için kendimi eksik hissediyorum. Bazen onların Nietzsche’nin üst insan diye tanımladığı sınıfa sokuyorum. Bir gün ananemin evine girsem ve desem ki kömecin yanında koyun yoğurdu var mı? Onlar da dese ki “burada hiç kalmamış bi goşu gidip al da İrecep’den adımı söyle yarın bırakır ölmezise ananem de.” Ve ben de usulca evden çıksam.

Durun bir dakika süt şişelerine bakıyordum nasıl geldik buralara. Her nesneden çıkardığım anlam arayışım yüzünden olmakta olduğum kişiyi yakalamakta zorluk çekiyorum. Ekmek reyonundan ekmek almamı istemiyorlar. Buraya adını bilmediğimizden kedici kadın dediğimiz her şeyini kedilere adayan ardında en az dört kediyle yürüyen bir teyze gelir. Ekmek reyonundan ekmeğini alır ve alışverişe devam eder. İnsanlar da hijyenik bulmadığı için buradan ekmek almak istemez. Şu anda ekmek reyonunda onu gördüm. Başta ben de herkes gibi ekmeğimi buradan almak yerine yandaki fırından alırdım. Eğer fırında ekmek kalmadıysa eve elim boş gider yine de bu marketten almazdım. Bir gün teyzenin peşinde dolaşan kedilerden biri üzerime tırmanmaya kalktı. Yere eğildim ve paçama sürtünüp duran kafasını sevdim. Yere yattı göbeğini açtı göbeğini sevdim sonra elimi yakalamaya çalıştı. Bu biraz canımı yaksa da onu severken hissettiğim mutluluk için bu küçük fedakarlık önemsenmeyecek kadar küçüktü. Kendime sormaya başladım. Şu an ne yapıyorum? Şu an ne hissediyorum. Bunu neden hissediyorum? Ne hissettiğime kedinin mırıltısı mı karar veriyor? O gün eve gittiğimde elimi yıkama ihtiyacı hissetmedim. Uykumda öldüğümü gördüm. Bütün dünya yok oluyor kıyamet kopuyordu. Herkes kedi oluyordu. Bütün insanlar kedi oluyordu. Patimi yalıyordum. Bazı yerlere koşup yıkıyordum. Kuyruğumu keşfettiğimde alarmım çaldı ve bir daha bu rüyayı görmemek üzere uyandım.

Bu rüyanın ardından kedici kadına müthiş bir ilgi beslemeye başladım. Bence her gün ağzından tek kelime çıkmadan önümüzden geçen bu kadın bir filozoftu. Hayatını, bir günlük yaşamını merak ediyordum.

Kafama koymuştum bugün onu takip edecektim. Her zaman geçtiği saatlerde peşine koyuldum. Ardındaki kedileri severek yoluma devam ediyordum. Paçama tırmanan kediyi sevmek için eğildiğim. Yerinde durmuyordu kedi. Kedilere baktıkça dört ayaklı olmanın avantajları olur mu diye düşünmeye başladım. Hızlı olurduk hiç şüphesiz. Sorduğum sorular çok saçma da olsa aldığım cevaplar saçmalığı örtecek kadar tatmin ediciydi.

Kedi birden elimi sertçe ısırdı, araba firen sesi duyduğumda kedi bir köşeye saklandı. Kafamı kaldırdığımda kedici kadın yerde yatıyordu. Yanına koştum. Yerde karşı apartman merdivenin temizlik suyu, kan ve paketi patlayan yarım yağlı süt birikmişti.

DEVAM EDECEK



Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bahsetsem Ne Fayda

Karanlığa Kahkaha

Dünyanın En Tahmin Edilebilir Adamı