Karanlığa Kahkaha
Yıl 2005. Adem amcam Motorola cep telefonu almıştı o gün. Benim için hayatın başladığı an belki de oydu. Ondan öncesi, başkalarının anlattığı anılar... Beni ilgilendirmeyen hikâyeler.
Mesela adını bile hatırlamadığım bir halam, yıllar sonra beni gördüğünde şöyle dedi:
“Ya iki yaşındaydın ya da daha küçük... Sağ elini sobada yakmıştın. Biz buz ararken, yoğurt mu sürsek doktora mı götürsek derken, seni odada tek bırakmışız. Döndüğümüzde bu kez sol elini de yakmışsın. Elinde buz, gözünde yaş, iki eline baka baka ağlıyordun.”
Ben hiçbirini hatırlamıyorum. Ama bu hikâyeye inanıyorum. Çünkü ben olsam, sağ elim yandığında kendi kendime “Bu, sol elim de yanacak demek değil,” derdim. Hep öyle düşündüm. Hayatım boyunca doğruyu, yanlışın içinden çıkararak bulmaya çalıştım. İçimden gelen sese güvendim. Düşüncelerimi susturmak için yaşadım belki de.
Ve eğer gerçekten sol elimi de sobaya uzattıysam… bunu düşünerek yapmışımdır.
Adem amcam Güngören’de otururdu. Bizim için ne yakın ne uzak bir yerdi. Ne zaman oraya gitsek, yol kısa gelirdi. Ama ayda yılda bir Güngören'de gittiğimiz lokantaya gitmek istesem, annem “orası uzak” derdi. Uzaklık bazen mesafe değil, niyetti.
Adem amcamlara gittik.
Orada Fatih vardı. Adem amcamın oğlu.
Fatih’in yüzü farklıydı. Kocaman yanakları vardı, göbeği hafifçe çıkmıştı. Hep neşeliydi. Elinden gazetesi hiç eksik olmazdı. Okuma yazma bilmezdi ama gazeteleri beş santimlik şeritler hâlinde yırtar, ponpon kızlar gibi sallardı. Ağız hareketleriyle ritim tutardı. Ben de ona eşlik ederdim.
Burnunu çeker, yüksek sesle hapşırır, tükürür, horlayarak uyurdu. Konuşamazdı ama hareketleriyle ne söylemek istediğini anlatırdı. Sınıfındaki öğretmenden görmüş olmalı, bacak bacak üstüne atar, sanki uzun saçı varmış gibi kafasını savurur, sonra saçını düzeltirmiş gibi yapar ve gülerdi. Benim taklidimi de yapardı. Taklit etmeyi severdi.
Oyun oynarken bazen canımı acıtırdı. Farkında olmazdı ama ben ağlayınca hemen sarılırdı. Tişörtü genelde salyalı olurdu, tıpkı yanakları gibi. Kimi zaman öfkeli, kimi zaman inatçıydı. Ama bir kahkahası vardı ki… O kahkaha başka hiçbir şeye benzemezdi.
Ben Fatih’i severdim. O da beni… Çünkü bir tek benim adımı doğru söyleyebiliyordu.
Fatih konuşmazdı. Ben de çok konuşan biri değildim. Belki de bu yüzden dost olduk. Sessizliğin içinde anlaşmanın bir yolunu bulmuştuk. Keşke herkes konuşmayı bıraksa da sadece böyle anlaşsa, diyordum bazen.
Ben onun içinde de, tıpkı benim içimde olduğu gibi bir çığlık taşıdığını bilirdim. Başlarda, konuşmadığı için insanlardan nefret ettiğini sanırdım. Ama zamanla anladım. O sadece kelimelere ihtiyaç duymuyordu. Bazen keşke kendimizi bir ormana atsak, o çığlığı birlikte atabilsek diye hayal ederdim. Belki dünya biraz daha sessizleşirdi.
Yıllar geçti. Sonra taşındılar.
Gitmeden önceki son ziyaretimizde, bir daha göremeyeceğimi biliyordum. Babalarımız “görüşürüz” dediler, ama ben onların ne demek istediğini anlamıyordum. Hem gidip hem görüşmek... Olmazdı. Giden kalmazdı. Giden değişirdi. Görüşmek bir bahaneydi, ama veda gerçekteydi.
Ben veda edemem. Çünkü bilirim: kimse bıraktığın gibi kalmaz. En önce samimiyet gider. Sonra ses, sonra koku, sonra da hatıralar...
Uzun süre haber alamadım. Başta ayda bir küçük şeyler duyardım. Fatih’in adımı mırıldanarak gazete salladığı söylenirdi. Sonra o da kesildi. Motorola çöpe atıldı, ardından Ericsson… Biz büyüdük, babalarımız saçlarını döktü. Birbirlerini aramayı unuttular. Zaman sessizleşti. Biz sustuk.
Sonra bir gün, yıllar sonra… Onlara tekrar gittik. Ben on sekiz, Fatih yirmi yedi yaşındaydı artık.
Kapıyı babam çaldı. Fatih babamı görür görmez adımı sayıklamaya başladı. Olduğu yerde zıplıyordu. Ben de babamın yanındaydım. Fatih beni görünce bir anda durdu. Gözleri doldu. Yüzünde çocukkenki aynı gülümseme.
Adem amcam gülmeden önce şöyle dedi:
“Kellik bize yakıştı ha, ne diyorsun?”
Ama ben gülemedim. Gözlerim dolmuştu.
Fatih ve ben, sanki hiç ayrılmamış gibiydik. Zaman birden geri sarılmıştı. O hâlâ aynıydı. Ben değişmiştim.
Fatih beni unutmamıştı.
İki elinde gazete vardı. Sol elindekini almaya çalıştım, vermedi. O benimdi çünkü. Ama on üç yıl önceki “ben”e aitti. Şimdiki ben, onun hafızasında yer edinememişti belki. Yine de o gazeteyi başkasına vermemişti hiç.
Meğer evdeki koltuklardan biri benim yerimmiş. On üç yıl boyunca oraya kimseyi oturtmamış. Beni beklemiş. Hatta beni bile oturtmadı o gün. Sanki “Orası senin ama artık başka bir sensin” der gibiydi.
O an gözyaşlarım sessizce aktı. Birbirinin ardından yuvarlandılar, hiç durmadılar. Banyoya gittim. Işığı açmadım. Karanlıkta kalmak istedim.
Ve karanlığa bakarken…
O sobaya dokunduğum anı gördüm.
Ve sonra, istemsizce… kahkaha attım.
Son Söz
Fatih, çocukluğumun en güzel yerinde duruyordu.
Kimi zaman sabırsızdı, kimi zaman sinirli.
Ama hep içtendi. Ve hep iyi kalpli.
Down sendromunu hiç bilmediğim yaşlarda tanıdım onu. Onun dünyasında eksik olan bir şey yoktu. Bizim fazladan koyduğumuz bariyerler vardı. Konuşmayan birinin, içini anlatmak için kelimelere ihtiyacı yoktu. Ve ben, bunu ondan öğrendim.
Fatih hâlâ orada bir yerde.
Elinde gazete, dilinde ismim.
Ve ben hâlâ o koltuğa oturamam.

Yorumlar
Yorum Gönder