Kayıtlar

Şubat, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Güneş Işığı

Resim
  Şimdi evimin kıymetini daha iyi anlıyorum. Odamın içine süzülen güneş ışığına sarılmak istiyorum. Sabah, öğle, akşam daha çok farkında olsaydım. Bol bol fotoğrafını çekseydim, odama süzülen güneş ışığını. Bir şeyler de yazabilirdim güneş ışığına bakarak. Şimdi evden ayrılırken bu güzel detayların farkına ve detayına varıyorum. Bavulum yatağın ortasında, annem bavulu üzgün üzgün süzüyor, bende süzülen güneş ışığını. - Üşütme oralarda annem. Sıkı giyin tamam mı? - Tamam anne. Ben yerleşeyim babamla gelirsiniz. Merak etme aklın bende kalmasın. - Nasıl kalmasın oğlum. İlk defa evden uzağa gidiyorsun. Sen gidince ev sessizleşecek babanla birbirimizi yiyicez. - Sizde ne zamandır tek kalmıyorsunuz. Birbirinizi dinlemeyi öğrenirsiniz. Baktın sıkıldın gelirsin yanıma 6 saat yol. Anne-oğul Ankara'yı gezeriz. - Sen hayırlıysa git oğlum. Sonrasını düşünürüz. - Vakit geldi anne. Şimdi çıkarsam anca otogarda olurum. Gel sarılayım sana. Tamam anne. Dünyanın öbür ucuna gitmiyorum ya. 6...

Yavuz Selim 2: Gelen Otobüs

Resim
Apartman kapısından çıktığım andan itibaren yukardaki durağa mesafem 7 dakika. Mesafeleri, aldığı zaman ile ifade etmeye başlayarak bilime göz kırpmaya başladığım dönemlerim gelmişti. Otobüslerin gelip gelebileceği sırayı da tahmin etmeye başlamıştım. Mesela hangi otobüsü bekliyorsam onun dışındaki bütün otobüsler geliyordu. Mörfi yasası 1 numaralı kural. Tekrarlandıkça kanıtlanan en önemli deneyim. Neyi bekliyorsan o en geç gelecek. Hayatım bu yasayı kanıtlamak için kurulmuştu sanki. Birileri üzerimde deney yapıyordu, kesin. İstanbul’un en güzel yerinde oturuyordum. Çünkü ben ordayım. Oturduğum yeri en güzel yer olarak kabul etmezsem bu sefer orayı güzelleştirmek için uğraşacaktım. Kendimi yormaktansa bu önkabul ile başlardım bütün yolculuklarıma. İstanbul’da istediğim her yere en fazla 1 saatte ulaşabiliyordum. Bu önemli bir avantajdı benim için. Ama niyeyse şu anda bile -orada oturmazken yani- gideceğim yerleri orayı merkeze alarak hesaplıyorum. Bir şekilde yolum oraya düşüy...

Yorgunum Ben

Resim
Bir varmış; bir yokmuş Evvel zaman içinde Kalbur saman içinde Develer tellal iken Pireler berber iken Ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken    Eğlenceyi seven bir ağustos böceği varmış. sürekli saz çalarmış. Canını dişine takarak çalışan da bir karınca varmış.     Evet masalı herkes biliyor. Sonunda bencil, hayırsız, sözde çalışkan karınca bizim ağustos böceğini tersliyor, üstüne alay ediyor. Ben bu masalda ağustos böceğinin yanındayım. Tüm hayatı boyunca çalışan insanlar ve şuan yatağından yeni kalkmış sigarasını yakan ben. Şuan yatağından kalkıp az sonra yatağa yatacak olan gene ben. Sigarasını söndürmeden bir diğerini yakan benden farksız biri değil. Pardon ben ağustos böceği de olamam. Ben eğlenmiyorum. Hayatı zevksizlik üzerine kurulu rezil bir insanım. Bir günüm az önce yazdıklarımın beş veya altı tekrarından oluşuyor.     Çok mutlu bir ailede büyümedim ben. Tolstoy der ki ''"Mutlu aileler birbirlerine benzerler. Her mutsuz ailen...

Haykırış

Resim
Üstümde yine bir ölünün yorgunluğuyla uyandım, vücudum ayaklı bir ceset torbası sanki… Gözlerimi açamadığım halde elimi sigara paketime attım. Sigaramı ağzıma koydum. Yine o her seferinde beni kendisini aratmakla meşgul eden çakmağımla yaktığım sigaramdan derin bir fırt çektim. Düşünceli bir şekilde bıraktığım dumanı izliyorum. Bugün ne yapacağımı düşünüyordum çok yoğun biri gibi… Zar zor kalktığım yatağımdan tuvalete gidip elimi yüzümü yıkadıktan sonra rutin hale getirdiğim gibi boş buzdolabımı açıp içini seyrediyorum. Bu işi hallettikten sonra kendimi zar zor dışarı attım. Yine sokaklarda boş boş geziyorum dükkânlarda ki eleman aranıyor yazılarına bakıyorum.  Kimi karışmış olan saçım sakalımdan dolayı dilenciymişim gibi kovuyorlar ya da “Bayan elaman arıyoruz kardeşim.” deyip nazikçe kıçıma tekmeyi vuruyorlar. En azından bunlar insaflı davranıyorlar ama kardeşim biri de akıl edip bayan eleman arıyoruz diyemiyorlar mı? İyice Turist Ömer’e dönüp sokaklarda aylak aylak geziyorum...

Sana Yergiler Hazırladım

Resim
Kafamda filler tepiniyor, atlar kişniyor. Akşam trafiğine takılan arabaların huysuz korna sesleri başımda zonkluyor. Çoluk çocuk toplanmış, beynimin içinde birbirlerine bağıra çağıra kötü şakalar yapıyor. Sağa sola dönüyorum uyku tutmuyor. Hangi sebep beni uykusuz bırakıyor, ne hakla? Soruyorum ama cevabı halihazırda biliyorum. Ben zaten bir tek kendime karşı samimi olamıyorum. Yalnızca kendime cevabını bildiğim sorular sorarken gücenmiyorum. İçimde bir endişe büyüyor bu akşam. Beni uykumdan ediyor. Kendimi tanımladığım vasıflar temelinden sarsılmaya başlıyor, yerlerini soru işaretleri alıyor. Kendimden şüphe duymaya başlıyorum. Zar zor yer bulup park ettiğim arabamın sileceklerini kaldırmışlar sanki. Ben nerelere gideyim de arabamı park edeyim artık, kendimi nasıl tanımlayayım başka? Olduğum kişiyi kabullenmek için çok uzun zaman harcadım ben. Kendimi her defasında yeniden kabullendim. Şikayet etmemeyi öğrendim. Bir daha geri dönemem. Baştan başlayamam. Tekrar. Tekrar. Tekrar. Nerey...

Bir Öyle Bir Böyle

Resim
Ne orada ne burada. Arada bir yerde. Hem çok uzak hem de pek yakın. Belki uzun zaman önce, belki de yakın gelecekte. Bazen allak bullak, bazen derli toplu. Ne endişe ne stres ne baş ağrısı. Ne gelecek kaygısı ne de nostalji. Çoğunlukla dingin, kendi çapında çoşkun. Ne yetersiz ne de aşırı, tercihen tam kararında. Yerine göre durmak, zamanı gelince davranmak. Ne hayran olmak ne de kıymet bilmemek. Başını arkaya yaslayıp yolları izlemek ama olanı biteni düşünmemek. Ne bir hayal kurgulamak ne de uçuk fantezilere dalmak. Yola çıkıp yürümek. Yürürken sadece yürümek. Hakkını vererek yürümek. Acele etmeden, ağırdan almadan. Bazen duruma göre kulaklık takıp müzik dinlemek. Ama ne olursa olsun hiçbir şey düşünmemek, tek bir sahne bile hayal etmemek. Hep aynı yerlere, hep aynı yollardan gitmek, otomatikleşmek, makineleşmek. Ne merak etmek ne sorgulamak. Yalnızca şöyle bir bakınmak, göz atmak. Ne kabullenmek ne de baş kaldırmak. Uyum sağlamak. Ne hıçkıra hıçkıra ağlamak ne sevinç kahkahaları a...

Kafa Açacağı

Resim
Bu blogda bir şeyler yazmaya başlamadan önce hep merak ettiğim bir şey vardı; bu yazarlar böylesine etkileyici, hayretler içerisine düşürücü hikâye ve romanları nasıl yazabiliyorlar? Burada yazarken az da olsa anlamaya başladım nasıl bir çaba ve emek gerektirdiğini.   Ben günlük hayatımda iki kelimeyi bir araya getirirken zorlanıyorum bu adamlar neler yazıyor. O kafalarının içini hep açıp bakmak, biraz kelime çalmak isterdim oradan. Adamlar kelimelerle şaheserler yaratırken ben aynı kelimeleri birbiri ardına sıralayan bir kafa açacağına dönüştüğümü hissediyorum. Kendi kendime ''ulan yine mi aynı laflar'' demekten alıkoyamıyorum. Aslında yazıyorum yazmasına da derdimi açıklığa kavuşturamadığımdan tekrar siliyorum. Ne olur yani biraz ilham verseniz bana. Kafayı yemek üzereyim. Tam bir iki kelimeyi bir araya getirecek bir şeyler buldum derken tıkanıp kalıyorum. Bir kelime öteki kelimeleri kovuşturup duruyor. Ben burada kelime oyunu yapmaya çalışayım derken kelimeler...

Başarısızlık..!

Resim
Başarısız... İşte tam beni anlatan kelime veya kelime grupları arasından sıyrılıp sadece bana ait olan, belki de bu hayatta ki en büyük başarım. Bugüne kadar elimi neye attıysam ne yapmaya çalıştıysam elimde kalan tek sonuç.  Tam böyle bir şeyi başardım derken peşinden kafayı yırtık dondan çıkartır gibi “ Hayırdır abi beni unuttun mu?” diyen kadim yoldaşım olan başarısızlık... Hayallerimi her seferinde yerle bir eden  ama sanki hiç öyle bir şey yapmamış gibi benimle de çok iyi anlaşandı...  Herkes planladığı yapmak istediği şeyleri bir şekilde başarmış ama iş bana gelince “Hayırdır laa sana, damsız girilmez görmüyor musun?” gibi bir karşılık geliyor gibiydi.  Gerçi başarılı olan dediklerimde biri ünlü olmuş veya istediği işi yapan kariyerde bulunanlar. Bunlara da bakınca şunu fark ettim daha doğrusu bir dostum sayesinde bunların hepsi başarılı ama hepsinin çok büyük aptallıkları var. Zalim bir adam doktor çok salak olan bilimci veya toplumun hâlinden anlamayıp...

Yavuz Selim 1: Beklemek

Resim
Atik Ali’den sonraki otobüs durağı. Yavuz Selim. Allah’ım nasıl kalabalık. Fatih’in en kalabalık durağı olabilir. Vatan’a inmek için bu durak. Çarşamba’ya gitmek için bu durak. Gelinlikçiler için bu durak. Mgv İstanbul şubesi için bu durak. Trafik sıkıştı, inip yürümek için bu durak. İn İstanbul’un en güzel güzergâhını adımla. Fatih, Saraçhane, Şehzadebaşı, Vefa, Süleymaniye, Tahtakale, Eminönü, Karaköy. Orta birinci sınıf o zamanlar 6.sınıf iken sokağa çıkar bizim mahalleden neden otobüs geçmez diye düşünürdüm. Otobüs. Beni bi yerden bi yere götüren araç. Neden sokağımın önünden otobüs geçmez ki. Çünkü itfaiye aracı bile zor girmişti sokağıma. Annemin hocalık yaptığı kuran kursunda perdeler tutuşmuştu da bunu gören bi komşu çağırmıştı itfaiyeyi. Muhtemelen branç’ı bilmediğimiz zaamanlar yaptığımız öğlen kahvaltısında annemler komşu ablalarla muhabbete dalmışlardı. Üstelik kendi kendine de sönmüştü perde. Kuran kursunda okunan duaların gücü olduğunu düşünmüştüm. Hâlâ da öyle düşünü...

Altı Bin Altı Yüz Altmış Altı

Resim
Neden altı bin altı yüz altmış altı ayet var? Her şey bu sorunun cevabını ararken ortaya çıktı. Bunları söylerken karşımdan sekiz kişi geçti. İkisi bana doğru baktı. Bir kişi daha geçiyor. Toplamda dokuz kişi oldu. Biraz sakin yere geçmeliyim. Yoksa size hastalığımı anlatamam. Yan yana dizilmiş dört dükkanı geçtikten sonra sağa döndüm. Kırk iki merdiven çıktıktan sonra karşıma çıkan ilk binanın arkasına geçtim. Şimdilik buraya gelen yok. Önümden geçen üç kedi haricinde. Dördüncü kedi... Bugün iki kere dört dedim. Artık bu kadarı da fazla oluyor. Ağzımdan çıkan kelimeleri de sayıyorum. Doktorlara göre ki yedi farklı doktora gittik. Bu hastalığımın tam sebebi belli değilmiş. Hepsine tek tek size de dediğim gibi 'altı bin altı yüz altmış altı'... Altı kere altı dedim. Bu yedincisi oldu. Yediyi de bugün ikinci söyleyişim. Ben böyleyim işte. Ağzımdan çıkan sayılardan; karşımdan şuanda geçmekte olan kişi sayısı bir dakika sayamadım. Kaç kişiydi onlar? Sanırım bir grup gezgin. Tam...

On Sekiz Koltuklu Pejo

Resim
Bizim minik bakkalımız var. İçinde çikolatalar, şekerler, çitozlar, kolalar... Hepsinden yemek, içmek istiyorum ama babam kızar diye korkuyorum. Babama soruyorum. Baba hepsini niye yiyemiyorum? Babam da diyor ki;... Çalış ye, sonra bir  daha çalış, bir daha ye, öyle daha çok zevk alırsın diyor. Ama ben çalışmadan yiyip içmek istiyorum. Bakkal bizim değil mi? Hem ben küçüğüm, ağbimler çalışsın ben yiyim, içiyim. Babamdan korktuğum için, istediğimi yiyemedim. Dışarı çıktım, ellerimi yere sürdüm, babamın yanına gidip, bak baba çalıştım şimdi yiyebilir miyim? dedim. Babam gülerek istediğini yiyebilirsin dedi. Çikolatayı yerken babam hala gülüyordu. Bizim bir de on sekiz koltuklu pejomuz var. Dedem bakkala bakarken, babam on sekiz koltuklu pejonun arkasında uyurdu. Ses çıkarmadan on sekiz koltuklu pejonun içine otururdum. Babamı uyurken izlemek hoşuma giderdi. On sekiz koltuklu pejo, babam ve ben... Yanımıza hanımeller ve küçüklerinden fanta birde kasette biri çok güzel şeyler söyl...

Geleceğe Mektup

Resim
  Büyümek çok güzel bir hayal benim için. Büyüyünce istediğim her şeye sahip olabilirim diye düşünürüm hep. Oyuncak sepetimi yere döküp kurduğum oyunları gerçeğe dönüştürebilirim. Akşam olunca iki sandalyeyi birleştirir üstüne bir örtü ya da battaniye atar evimizin içinde kendime ufak bir ev kurarım. Aslında bu küçücük evde her şey gerçek dünyadan çok daha güzel. Şimdi annem çağırıyor gitmem lazım. Bugün buğday günüymüş. Daha öncede söylemişti aynısını annem. Bugün banyoya giren çocuklar bir buğday boyu kadar uzuyormuş. Ben de bu günü fırsat bilip koşa koşa banyoya girdim. Banyodan çıktıktan sonra sobanın yanına geçip oyunuma devam ettim. Sobanın üstündeki demlikten buhar çıkıyordu. Mutfaktan bardağa koyulan çay kaşıklarının sesi geliyordu. Annem fokurdayan demliği alıp çayı bardaklara doldurdu. Her zaman bardakların yanında bir de su getirirdi annem benim çayıma doldurmak için. Bu sefer unutmuş galiba. Ben de ilk defa sıcacık çayı içtim. Ama bu çayı içtiğimde kend...

Şafak

Resim
Eski dostlar, yeni ortaklar; ıssız bir ormanın ortasında, göl kenarındaki bir dağ evinde, masanın iki ucuna oturup bardaklara çay doldurdular, bir yandan da tütün sardılar. Gece, sessiz ve sakindi. Bu iki adam için de konuşulması gereken bir mevzu, halledilmesi gereken bir mesele vardı. Bölüm 1: Şüphe Masanın üzerinden tabakasına uzandı, içinden bir sigara alıp kibritle yaktı. Uzun süredir sessiz kalmışlardı. Küllük izmaritle dolmuştu. Sigarasını dudaklarında tutarak küllüğü çöpe boşalttı. Boş küllük elinde, sandalyesine oturmadan ortağına döndü. - Ne yaptın sen? Ortağı çay bardağını masaya indirirken duraksadı. Böyle sorgulamaları oldu olası sevmemişti ama bu defa hesap soran kişi çocukluk arkadaşıydı. Bardağını masaya koyup arkadaşını süzdü. - Neden buradayız? Bu dağ evini patron ayarladı değil mi? Onunla bu oyuna girdiği anda kaybedeceğini biliyordu. Ona hiçbir şey hissettirmeden vicdanını rahatlatacak açıklamayı alamazdı. Ortağı zaten anlamıştı olan biteni. - Lafı uzatmayacağım....

Kimlik Arayışı

Resim
       Ermeni bir anneyle Alevi bir babanın çocuğuydum. Türkiye'de de bir kimlik arayışı vardı. Bu kimlik arayışı içerisinde kaybolmak istemiyordum. Beni bu durumlara düşüren bu kimlik arayışına bir son verdirmem gerekiyordu. Küçüklüğümden kalma bir sanat aşkı ile doluyum. Müzikleri kullanarak bu durumdan kurtulabilirdim. Okulda küçük bir şarkı grubu kurduk. Sadece yabancı müzik yapıyorduk. Bağlamaya, türküye karşı savaş açmıştık. Bizim için Anadolu, hayattaki gelişimini tamamlamamış hatta bunun için çaba harcamayan insanların yaşadığı bölgeydi. Bağlama çalınan ortamları geri kalmışlıkla suçluyordum. Bu tarz ortamlardan tamamen uzaklaşmıştım. Bir kimliğim oluşuyordu yavaş yavaş. Etrafımda bana destek veren birçok kişi bulmuştum. Bizim bir davamız olmuştu. Kendi ortamlarımızda sahnelere çıkıyorduk.  Askere gittiğimde bu durumların tam aksini yaşamıştım. Ailemden uzaklarda kendi içine kapanmış bir durumdaydım. Uzaklardan gelen bağlama sesi duygularımı anlayan...

Dolu Dolu

Resim
Aleykümselam. Ben mi? Yok, daha okula başlamadım. Anaokuluna gidiyorum ama. Sayılır mı? Asıl okul ciddi bir yermiş, sıkıcıymış, bitmek bilmiyormuş. Okula gidenler hep bunu söylüyor. Büyükler tekrar çocuk olmak istiyor, bense bir an önce büyümek istiyorum. Büyüdükçe her şey daha kötüye mi gitmek zorunda? Kime sorsam “Senin yaşında olmak vardı şimdi…” diyor bana. Galiba herkes çocukluğundan pişman. Onları dinledikçe büyümekten korkuyorum. Ben hem duyduklarımdan hem de izlediklerimden biraz kolay etkileniyorum. Sık sık dalıp gidiyorum. Bazen televizyon karşısında saatlerce yattığım oluyor. Dışarı bakınca bir de havanın karardığını gördüğümde çok üzülüyorum. Koca bir günü boşa geçirmiş gibi hissediyorum kendimi. Bir gün nasıl dolu dolu geçirilir? Bir sürü şey geliyor aklıma. Hepsi birden mümkün değil. Mesela her sabah bayram sabahı gibi olsa. Köyde dedemler ve dayımlarla birlikte kahvaltı yapsak. Ama her gün köyde değiliz ki. Köy çok uzak, gidip gelemeyiz öyle. Filmci abi daha sık gelse...